Çarşamba, Temmuz 06, 2011

Do you know Turkish?

Babam Kıbrıs doğumlu. Kıbrıs Cumhuriyeti öncesi, Kıbrıs henüz bir İngiliz toprağı iken doğduğu için İngiliz vatandaşı. Dolayısı ile benim de İngiltere uyruğum var. Bundan dolayı ben üniversiteye "ÖYS" ile değil, YÖS ile (Yabancı Öğrenci Sınavı) ile girdim.

YÖS sınavı iki bölümden oluşuyor; ne kadar Türkçe bildiğinizi ölçen bir test ve bilginizi ölçen, fizik, kimya, biyoloji, coğrafya, genel yetenek, vs.'den oluşan bir test. Türkçe testinin herhangi bir puan değeri yok ve amacı sınava giren adayın ne kadar Türkçe bildiğini ölçmek. Eğer Türkçe testinde başarısız olursanız 1 yıl boyunca TÖMER'e devam edip sertifika almanız gerekiyor. Eh, doğma büyüme Türkiye'de olduğum, Türkiye'de oturduğum, dahası esasen Türk olduğum için yaklaşık 12-13 dakikada testi cevapladım tabii ve sonuçta da tam puan aldım.

Diğer testten yaptıklarım ile Marmara Üniversitesi'nde İngilizce eğitim yapan Uluslararası İlişkiler bölümüne girdim. Gerçekten de isteyerek yazdığım ve okumaktan da büyük keyif duyduğum bir bölümdü. İlk yıl bölüm derslerimizle birlikte her üniversitede mecbur olan Türkçe ve Atatürk İlkeleri derslerini de aldım ve onlardan da güzel puanlar alarak geçtim.

Birinci sınıftan ikinci sınıfa geçtiğim yılın Eylül ayında, kayıt yenilemelerine kısa bir süre kalmışken eve bir mektup geldi. Mektup "M.Ü.Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü" gibi tumturaklı bir yerden geliyordu. Açıp okuduğumda az kalsın küçük dilimi yutuyordum;

" Yapılan sınavda Türkçe bilginizin eğitiminizi sürdürmek için yeterli olmadığı anlaşılmış olduğundan haftada 8 saat (Cumartesi 4 saat Pazar 4 saat olmak üzere) temel Türkçe eğitimi almanız uygun görülmüş olup en kısa sürede merkezimize başvurmanız....." 
Yahu, ben YÖS sınavında tam puan almışım, ilk yıl okumuşum, Türkçe ve Atatürk ilkeleri derslerinden geçmişim, dahası okumakta olduğum bölüm İngilizce, ne Türkçe dersi? Hem de haftasonları, 4'er saat...!

Kalktım "M.Ü.Türkiyat Araştırmaları Merkezi"ne gittim. Okullar henüz açılmadığından bir sekreter hanım var masada, elinde yarılanmış bir çay ve o çaya batırılmak sureti ile yenmeyi bekleyen üç-beş bisküvi. 

"Merhaba," dedim, "beni çağırmışsınız?"

"Ben mi?" dedi.

"Bilmiyorum, herhalde mektubun pulunu siz yalamışsınızdır ama, içerikte merkezin çağırdığı yazıyor," dedim.

Sekreter hanım otura otura sıkılmış olacak ki "seni hınzır şey" bakışı ile "çattık" bakışı arasında bir ifade ile sordu; "Niye çağırmışız ki?"

"Türkçem yetersizmiş, Türkçe öğretecekmişsiniz bana," dedim.

Bakış bir anda "nasıl yapmışız bu hatayı" ile ""iyi ki yapmışız bu hatayı" arasında dalgalanan "nasıl yapsak da çözsek" bakışına döndü.

"Ama siz Türçe biliyorsunuuuz? Ne de güzel öğrenmişsiniz canım..!"

Bu sefer bakma sırası bendeydi: "Tanrım! Tüm salaklar da beni mi bulur?"

"Evet," dedim "biliyorum. İsterseniz geleyim ama, Türkçe öğrenmek için gelmem biraz tuhaf kaçar. Öğrencilerle konuşayım, pratik olur."

"Ay ne iyi olur vallahi," dedi.

Hey Allahım yarabbim! Sen ne latife yaparsın! Al başına belayı!

"Peki," dedim, "gelirim ama, şu benim öğrencilik işini bir halletsek. Hayır, öğrenci statüsünde gelip pratik yaparsam bir tuhaf kaçar da. Sınava falan girmem."

O zaman sekreter hanım daktilosuna kapandı, birşeyler tıkırdadı. Bana da bisküvisinden ikram etti ve çayına batırabileceğimi belirtti. Nazik bir şekilde "bir dahaki sefere inşallah," diye savuşturdum. Sonuçta yapılan değerlendirmede Türkçe bildiğimin anlaşıldığı ve kursa gerek olmadığına dair bir rapor çıktı ve "yetkili" kişi tarafından imzalandı. (En azından imzalandığı sanılacak şekilde karalandı.) Ve ben bu saçmalıktan kurtuldum.

Merak etmişsinizdir, hoca olarak gittim mi diye?

Sanıyorum sekreter hanım halen bana bisküvilerinden ayırmaya devam ediyordur.. :-)

Salı, Temmuz 05, 2011

Baba Olmak...

Annelik kutsaldır.


Lafın gelişi olarak söylemiyorum. Gerçekten de, her ne kadar biz babaların çocuk yapmadaki rolü tartışılmaz bir gerçeklik ise de, hiç yoktan bir canlıyı var edebilme yetisine sahip olmak çok ama çok özel bir durum. Bir de üzerine hormonal olarak çocuklarına kol kanat germe içgüdüsü eklenince, edebiyatta "anne" temalı yaratımların bu derece fazla olmasına şaşmamak gerek.

Ama ben bir anne değilim, olmadım, olamayacağım da. Ben bir babayım. Kadınlar anne olmayı öğrenmiyor, hissediyorlar. Daha iyi bir anne olmak için uğraş verenler var, hiç oralı olmayanlar da. Ancak "baba" olmak içten gelen, hissedilen, hormonlar ile idare edilen bir kavram değil. Baba olmayı basbayağı öğreniyorsun.

Ben bu konuda oldukça şanslıyım. Önümde Hasan Alasya gibi bir baba örneği var. Babam, anne babası ayrılmış bir çocukluk geçirmiş. Ne yazık ki babası ile ilgili iyi düşüncelere sahip olamamış. Buna mukabil, babaannemin ikinci evliliğini yaptığı Reşat Bey o kadar düzgün ve o kadar babayani bir kişiymiş ki, babamla yarı baba-oğul yarı dayı-yeğen yarı abi-kardeş bir ilişkileri olmuş. Bizler "Reşat dede" deriz kendisine.

Niçin şanslı olduğuma gelince. Bu tür durumlar biraz tehlikelidir. Böyle zor bir çocukluk geçirmiş birinin kendi çocuklarına nasıl davranacağı bir muammadır. Benim babam, eksikliğini hissettiği şeyleri bizde tamamlama yoluna gitti. Herkesin babası çok iyidir mutlaka ama, benim babam biraz daha katmerli sanki. Kendine bir şey almaz, bize alır. Kendisi yorulur bizim için, bizi yormamak için elinden geleni yapar.

Babalık bilinen, içten gelen bir şey değil, öğrenilen birşeydir, dedim. Ne kadar şanslıyım ki harika bir öğretmenim var. Bilmeden o kadar çok şey öğrenmişim ki... Deniz'le iletişim içinde iken bazen babamla bizim aramızdaki iletişimi hatırlıyorum ve benzediğimi görmek hoşuma gidiyor. Bakalım, önümüzde uzun bir yol var. Umarım ben de babam gibi 80 yaşıma geldiğimde (6 Temmuz, babam 80 yaşında..!) Deniz de beni babamı sevdiğim kadar sevebilir, bunu başarabilirim. :-)