Salı, Eylül 23, 2014

Atların Popoları ve Uzay Mekikleri...

ABD'nin uzaya gönderdiği uzay mekiğinin yakıt tanklarının genişliği 4 feet, 8.5 inçtir. (yaklaşık 1,5 m.) Uzay mühendisleri bu tankları genişletmek istemişler, ancak başaramamışlardır. Çünkü bu tanklar, fırlatma rampasına trenle gönderilmek zorundadır. Ve söz konusu tren yolu tünellerden geçmektedir. Tünellerin genişliği ise

tren raylarının arasındaki genişlik olan 4 feet 8.5 inçten biraz fazladır.
Neden 4 feet, 8.5 inç? Çünkü vaktiyle tren rayları İngiltere'de böyle yapılmıştır ve ABD demiryolları İngiliz göçmenler tarafından inşa edilmiştir.

Peki neden İngilizler bu genişliği kullanmışlar ? Çünkü ilk tren raylarını yapanlar eski tramvay yolu yapımcılarıdır ve tramvay yolunun genişliği tam olarak budur.


Tramvay rayları neden daha geniş değildir ? Çünkü bu ölçü vaktiyle at arabalarını yaparken kullanılan genişliktir.

* * *
Soru: At arabalarındaki tekerlekler arasında neden bu ölçü dikkate alınmış ? Çünkü çok eskiden beri İngiliz topraklarından gelip geçen araçlar bu ölçüyü ortaya çıkarmıştır. Arabalar için başka bir ölçü kullanıldığında tekerlekler engebeli arazi üzerinde kalmakta ve kısa sürede bozulmaktadır.

Bu eski yol izleri nasıl ortaya çıkmış ? derseniz...İngiltere'deki ilk uzun mesafeli yollar Roma İmparatorluğu tarafından kendi savaşçıları için açılmıştır.


Peki Romalılar'ın yol izleri neden bu ölçüdeymiş ?

Çünkü Roma İmparatorluğu'nun ilk savaşçılarının arabaları yan yana getirilmiş iki atın çektiği araçlardır. Ve iki atın poposunun genişliği 4 feet, 8.5 inçtir.

Sonuç olarak dünyadaki en gelişmiş ulaşım sisteminin füzelerinin dizaynı ikibin yıl önce yan yana getirilen iki atın popo genişliği ile belirlenmiştir.

Bu kuralı değiştirmek ise Ay'a giden, Mars'a gitme ve uzaya açılma planları yapan Amerikalı uzay aracı mühendislerinin bile harcı değildir.

Salı, Temmuz 22, 2014

Dostun İhaneti

Dostluk, arkadaşlık, kardeşlik üzerine kafa yormuşumdur. Ara sıra bu konuya kafa yoran insanlarla da konuşuruz. Çok şanslıyım ki çevremde "dostum" diyebileceğim kişiler var. MSGSÜ'den sevgili Gevher Gökçe Acar, uzun yıllardır benim de düşündüğüm ve fakat formülize edip bir türlü yazma fırsatı bulamadığım, her kelimesine katıldığım şu satırları yazmış geçenlerde;;
"Seni arkadan vurmayan, zor gününde yanında olan, "İmdat!" dediğinde herkesten önce koşan, gözün yaşarsa senden önce ağlayan değildir yalnızca dost. Bunlar arkadaşlığın gerekleri, dostluğun önkoşullarıdır olsa olsa..  Ben bunları can düşmanıma da yaptım. Beni sırtımdan bıçaklayan ve mutsuz gününde omuzumda ağlayan nicelerini bilirim.. Helâl ettim gitti.. 

Gerçek dost senin içini bilen, yüreğine kefil olandır. Seni yanlış anlamayan, iyi niyetle yaptığın şeyi kötü niyete yormaya meyilli olmayan, seni sürekli kendini açıklamak, anlatmak zorunda bırakmayan, kırk yıl sonra hâlâ kendini kanıtlamanı bekleyerek önüne atlaman gereken yeni yeni 'sevgi kanıtlama bariyerleri' koymayandır.

Gerçek dost alıngan, kırılgan bir tabiata sahip olsa bile, kimselere güvenemiyorsa bile sana güvenebilendir. Söylediğinde eylediğinde kinaye, taş, kötü niyet aramayan; aksine, sevginden emin olduğu için gerektiğinde kendi kırılganlığına bile set çekebilendir. Dostuma kırılır gibi olup onun adına kendi kendime mazeretler ürettiğim, yaptığını yüzüne bile vurmadan kendime unutturduğum çoktur benim. Çünkü dost beni bile isteye kırmayandır, bilirim.. 

Dost kırılsa da en azından bunu yüzüne açıkça söyleyebilendir. Seni görmezden gelerek susturmayan, kendini sana ulaşılmaz kılmayan, sorunu cevapsız, merakını karşılıksız bırakmayan... Çünkü dost candır ve can olduğunu bilendir. Seni ölüme terk etmek istemiyorsa tenden ayrılmaz; ayrılırsa dost olmaz..

Dost hesap sormaz, çetele tutmaz, maddi-manevi verdiklerinden pişmanlık duymaz.

Sürekli seni yanlış anlayandan, dostluğa ihanet etmekle suçlayandan dost olmaz.

İnsana ihanet arkadan bıçaklamaksa, dosta ihanet sürekli elinde bıçak aramaktır. Dost elinde bıçak görse sana arkasını tereddüt etmeden dönen, o ara sırtına bıçak yese bile "o yapmamıştır" diyebilendir. Çünkü o kimseyi sırtından bıçaklamayacağından emindir ve bıçağı olsa olsa onu korumak için kullanacağını bilir.. 

Dostun ihaneti güvensizliktir.."
Dostu çağırmazsınız. İhtiyacınızı söylemez, birşey istemezsiniz. Hani insan düşerken savrulur ya eli gayr-ı ihtiyari, bir yeri tutmak istercesine... Dostun eli tam da o anda, oradadır işte...

Tüm gerçek dostlarıma sevgim ile....

Çarşamba, Mayıs 28, 2014

Farketmeden Yitirdiklerimiz...

Farketmeden ne de çok şey yitiriyoruz...

İlk bu bahar farkına vardım.

Bizim ev Feneryolu'nda. Kuyubaşı otobüs durağından 2 numaraya biniyorum her sabah ve Altunizade'deki işyerime gidiyorum. Otobüs Kadıköy Belediyesi'nin oradan köprü yoluna giriyor, Altunizade sapağından çıkıyor. yol açıksa 6-7 dakikalık, tıkalı ise yarım saatlik yol.

Kilim desenli çiçek panoları
Bir sabah yine otobüse bindim, şansıma cam kenarında yer de buldum. Trafik ağır da olsa akıyor, tıkalı değil en azından. Camdan dışarıyı seyrediyorum. Belediye'nin Park ve Bahçeler Müdrülüğü arı gibi çalışıyor. Toprakları kazdılar, sulama boruları döşediler, çimenler döşerdiler, renkli renkli çiçeklerle çeşitli şekiller yaptılar. Muazzam bir peysaj çalışması. Duvarlara asılan saksılar falan. Üst düzey bir görmemişlik...! Bir yandan da kendi kendime söyleniyorum; "Adamlar çalışsalar kabahat, çalışmasalar kabahat. Fazla bile bize. İnceliği biz Çelik Gülersoy ile defnettik."

Sonra bir anda kafama dank etti. Küçükken baharın geldiğini bu otoyol kenarı otluklarında açan papatyalardan anlardım. Havaların güzelleşmesiyle birlikte papatyalar pıtırak gibi açardı bu bayırlarda çünkü. Papatya özgür bir çiçektir; dikilmez, zamanı geldiğinde ve istediğinde açar. Yeşil, tekdüze otlaklarda beyaz-sarı renkleriyle gülümseyiverir insana. Bahar güneşi insanın derisini ısıtırken papatyalar da kalbini ısıtır: "Her kışın bir sonu vardır; bak papatyalar bile açtı...!"

Şimdi bu üzerinde düşünülmüş, uğraşılmış, para yatırılmış ve "yapılmış" çimenliklerde papatya açmıyor. Güneş yine tenimi ısıtıyor, ama artık kalbim soğuk.

Kadıköy'ün en işlek yeri neresi, derseniz, çoğunluk Kadıköy Çarşı diyecektir. Son yıllarda açılan meyhanemsi yerlerle asıl işlevi biraz bozulsa da yine de turşucusuyla, kasabıyla, mezecisiyle, balıkçılarıyla eski havasını korumayı başarabilmiş bir yer.

Bir Kadıköylü'nün çarşıda uğramadan geçmeyeceği 3-5 yerden biri de Beyaz Fırın'dır. Hatta eskiler "Bulgar'ın Fırını" der hala oraya. Sabah inmişseniz çarşıya poğaça, börek, vs yersiniz. Daha geç bir saat ise bir limonata içersiniz. Belki ağzınızı tatlandırmak için tulumba tatlısı söylersiniz. Ama illa ki bir girersiniz içeri. İçeri girersiniz, güleryüzlü çalışanlarla selamlaşırsınız, istediğiniz şeyi söylersiniz. Mekânın tam ortasında ayakta birşeyler yemek için bir set vardır. O sette yersiniz yiyeceğinizi, ayaküstü. Sonra iki kasadan birine gidersiniz, kasadaki görevli "ne vardı sizin?" der. Söylersiniz: "İki poğaça bir limonata." Parasını öder çıkarsınız. Kimse sizi takip etmez ne yediğinizi ne içtiğinizi. Oraya gelen kimse de eksik söylemez yediği içtiğinden. En fazla dersiniz ki, "ya, param çıkışmadı, sonra vereyim." Birkaç defa bana da oldu. Yanıma para almamışım veya alışveriş yapmışım, üzerimdeki param bitmiş; sonradan farkettim. Yanınızda paranız olup olmadığını düşünmezsiniz Beyaz Fırın'a girerken çünkü. "Önemli dğeil, helâl olsun," der kasadaki. Sonra götüreceğinizi bilir çünkü parayı. Götürmeseniz de, bir limonata için kırmaz sizi, utandırmaz. Ne de olsa orada büyümüşsünüzdür.

Beyaz Fırın, Kadıköy

Geçenlerde Kadıköy'e indim haftaiçi bir sabah. Beyaz Fırın'a uğradım. Poğaça ve limonata söyledim. Tepsiye koydular, bir de adisyon fişi iliştirdiler tabağın kenarına. 5,5 TL tutuyormuş. Dikkat ettim, siparişi teslim eden basıyor fişi, koyuyor yanına. İçim titredi. Bizi biz yapan detaylardan birini daha kaybettik. Artık orası da bir pastane, bizler de müşterileriyiz. Bastır parayı, al poğaçayı...

2 yaşımdan 15 yaşıma kadar Kızıltoprak'ta İstasyon Caddesi'nde bir apartmanda yaşadık. Ne de güzel apartmandı. Her katta iki daire vardı. Biz en üst katta otururduk. Karşımızda Leman Hanım teyzeler vardı. Kapılarımız sürekli açık dururdu. Okuldan geldiğimde eğer annem gelmemişse onlara giderdim. En alt katımızda Fatma Hanım teyze ile İbrahim amca otururlardı. Bahçede oyun oynayan çocuklar olarak balkon demirine tırmanıp seslenirdik: "Fatmaanım teyzeee...! Su verir misiiin...?" Hemen doldururdu bardakları. Bazen de seslenirdi: "Çocuklar, kurabiye yaptım, gelin bakalım..!" O kurabiyelerin tadını hâlâ unutamam. Gidilir gelinirdi, insanlar birarada yaşardı. Arada sırada anlaşmazlıklar olsa da hiçkimse bir diğerinin kalbini kırmamaya çalışırdı. Kırmazdı da.

Yıkılan sadece binalar mı?
Binalar yıkılıyor İstanbul'da. Yıkılan sadece binalar değil; mahalleler yıkılıyor, yaşam şekilleri yıkılıyor. Kent Apartmanı da yıkılanlar arasında. Ne yapalım, biz otururken bile eski bir evdi. Her ne kadar yıkılırken gördüğümde üzülsem de, yenilenmesi kaçınılmazdı artık. Asıl içimi acıtan şey, onlarca yıldır birarada oturmuş, birbirlerinin sofrasında yemiş içmiş, apartman çocuklarının üstünde herkesin emeği olan insanların, yenileme esnasında "benim dairem şu katta olacak, benim dairem şu tarafa bakacak, senin dairen benimkinden daha güzel olacak," şeklinde tartışmaları ve artık birbirlerinin yüzüne bile bakmayacak duruma gelmeleri. "Haram olsun yıllarca soframızda yediğiniz yemekler...!" cümlesi, içten içe çürüdüğümüzün ispatı değilse nedir?

Değişim kaçınılmaz; bunu biliyorum ve kabul ediyorum. Kabul etmesem ne olacak ki hem! Ama değişim olumlu yöne olursa bir anlam kazanıyor ve mutluluk getiriyor. Elimizdeki güzel şeyleri yitirmek ve yerine daha güzelini koyamamak acıtıyor içimi. Hem de çok. Bu yaşananlar başkalarına da garip geliyor mu, yoksa sürekli söylenen ve "Aaah ah! Nerede o eski günler...!" diyen bir ihtiyara mı dönüşüyorum, bilemiyorum. Bildiğim tek şey var ki; o da tanımlayamadığım birşeylerin elimden yitip gittiği...