Pazartesi, Aralık 10, 2012

... ve İnci de Gitti...


07.12.2012...

Büyük küçük hepimizin anılarında büyük yer tutan İnci Pastanesi de çarkın dişlileri arasında hoyratça parçalandı gitti. Yitirilen sadece lezzetli profiteroller değildi, anılarımızdı, değerlerimizdi ve geleceğimizdi.


Şimdi sadece ağlıyoruz...

Duygularımı sevgili arkadaşım Serra Ceylan'dan daha iyi anlatamayacağım sanırım;

"Ve İnci Pastanesi kapandı. Duyduğumdan beri hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Bir an geliyor sakinleşiyorum, ardından yine gözyaşları...

İnci... Babam ne çok severdi profiterolünü. On sekiz sene evvel kaybettiğim babam... İlginç adandı, ne zaman Beyoğlu'na gitsek mutlaka İnci'ye uğrardık. O aç karnına yerdi; tatlı yemekten sonra yenir ya hani... O tam tersini yapardı İnci'de, önce tatlı, ardından yemek. Babam, babacığım...

Neval, Perihan, Ayşe... Üniversitenin ilk senesinde her gün giderdik, hatırlar mısınız?

Tolga, hep paylaşmayı isterdin bir tabağı, hep bir tabağı kendim yemek isterdim. İyi ki kendim yemişim...

Kapısından girdiğim anda "Ooo prenses gelmiş!" diye karşılayan garson abi... Birlikte çocuğunun resimlerine baktığım kasiyer arkadaşım, arkadaşlarım, çocukluğum, aşklarım, gençliğim... Ben...

Ne kadar acı, insanı hatıralarından, şehrinden, çocukluğundan, babasından kopartmak...


Asıl şimdi başlıyor her şey:

Kimler girecek o alışveriş merkezinin kapısından, hangi markalar o dükkanlarda yerini alacak, kimler alışveriş yapacak o markalardan...

Sahip çıkabilecek miyiz gelecekte de şu anki duruşumuza? Boykot edebilecek miyiz o alışveriş merkezinde dükkan kiralayan markaları? Van'da, Londra'da bile olsak alışveriş yapmamayı başarabilecek miyiz orada dükkan kiralayan markalardan?

Yoksa unutacak mıyız her zamanki gibi?

Yapılanları olduğu gibi kabul edip çarkın dişleri arasında ezilmeye devam mı edeceğiz?

Taa ki tüm hatıralarımızdan soyunup, şehrimizde tutunabileceğimiz en küçük şey kalmayana kadar...

Bize dair,sevgiye dair, İstanbul'a dair..."

Salı, Ocak 17, 2012

Kahrolsun Rumlar / Kahrolsun Türkler

13. Cuma uğursuz, derlerdi de inanmazdım.

13 Oca 2012 Cuma günü, iki büyük değeri kaybettik.

Biri Türk futbolunun “ordinaryüs”ü Lefter, diğeri Kıbrıs Türkü’nün babası Rauf Denktaş.

“Lefter,” raikp takım taraftarlarını birlikte oturarak maç izleyebildiği, birbirlerine tatlı tatlı takılıp kızdırsalar bile döner bıçakları ile saldırmadığı, sporuN “spor” olduğu yılların bir temsilcisiydi adeta. O’’nun ismini duyan herkes, Fenerli’sinden Galatasaraylı’sına, Beşiktaşlı’sından Trabzonlu’suna, herkes ama herkes saygı ile ayağa kalkar ceketinin düğmelerini ilikler. Bu sadece iyi futbol oynamakla değil, “adam olmak” ile ilgili birşeydir. “Faşist halk” damgası vurulmaya çalışılan Türk halkı, Büyükadalı bir Rum’u baştacı etmiş, milli takıma kaptan yapmıştır.

Denktaş ise, Kıbrıs adasının Yunanistan ile birleşmesi anlamına gelecek enosise karşı çıkmış, gerektiğinde fikrî mücadeleye girmiş, gerektiğinde silahlı örgütlenme yapmış, tutuklanmış, çeşitli acılar çekmiş,  tüm yaşamını Kıbrıs Türkü’nün hayat hakkı için harcamış ve son nefesinde bile halkını düşünen bir liderdir. Son yıllarda işleri yokuşa sürmek ve çözüm yollarını tıkamakla suçlanmıştır. Özellikle Perihan Mağden’in terbiye sınırlarını zorlayan “Kıbrıs tıkacı, tonguç” nitelendirmeleri halen hafızalardadır. Kendisini çözümü tıkamakla ve işleri yokuşa sürmekle suçlayanların yönettiği ve desteklediği dış politikanın ne derece “çözüm” getirdiği ise apaçık ortadadır. Bu kişilerin 1.Dünya Savaşı yıllarındaki İstanbul saray siyasetçilerinden ve basınından hiç ama hiç farkı yoktur. Denktaş ise yaptığı onurlu mücadele ile her zaman hatırlanacaktır.

Tüm bunlara rağmen, Denktaş gerek dünya siyaset arenasında gerekse halk arasında sevimli kişiliği, kültür birikimi ve aydın duruşu ile çok sevilen biridir. Ölümünün ardından bu dava adamının aziz hatırası önünde tüm dünya saygı duruşunda durmaktadır.

Hayatını Rum’a karşı Kıbrıs Türk’ünün haklarını gerekirse silah ile savunan Denktaş ile bu mücadelenin sürdüğü yıllarda milli takım kaptanı bile yapılacak kadar çok sevilen İstanbul Rum’u Lefter, ölüme aynı gün, elele giderek yaşamlarıyla olduğu kadar ölümleriyle de çok büyük bir ibret vesikası oluşturmuşlardır.

Bugün tüm Türkiye ve dünya Lefter ve Denktaş için ortaklaşa ağlıyor ve ortaklaşa saygı duyuyor ise, bundan çıkarılacak çok ama çok büyük bir ders vardır.

Tabii anlayana...

Pazartesi, Ocak 02, 2012

Aynaya Bakma Erdemi


Dünyada bulunabilen ve ayna işlevi ile kullanılan ilk obje, Çatalhöyük’te bulunan ve M.Ö. 7000’li yıllara ait bir cilalı taştır. 



“Ayna” mekanizmasında 3 farklı bölüm vardır. Gerçeğin olduğu sûretimiz, yani biz. Aynanın kendisi. Ve aynanın içinde, bakmakta olduğumuz “sîret”imiz. Biz ne isek aynanın içindeki sîretimiz de odur. Tabii bakmasını bilene.

Ayna lunaparklardaki gibi dev aynası veya cüce aynası olabilir. İnsandaki çeşitli hırs, ihtiras ve erdemsizlikler aynayı kirletmiş olabilir. Bunları temizlemeden tam ve doğru bir görüntü alamayız. Haydi aynayı temizledik diyelim. Eğer aynaya doğru bakmıyorsak, kendimizi arayıp bulmaya çalışmıyor, geçici hırs ve arzular peşinde koşuyorsak, gönül aynamıza ulaşmamız ve sîretimizi görmemiz mümkün olamayacaktır. Diyelim ki ayna temiz ve tam aynanın önündeyiz. Eğer ayna ile aramızda bir perde varsa, yani toleranssızlık, egoizm, bâtıla sapma, müsamahasızlık gibi kalın bir perde inmişse aramıza, yine sîretimizi göremeyiz. Sîretimize ancak ve ancak tüm bu engelleri kaldırdıktan sonra ulaşabiliriz.

Zannediyoruz... Yine bitmedi...

Işıksız bir odanın dört duvarını da ayna ile kaplasanız, yine bir şey göremezsiniz. Ayna mekanizmasının çalışması için ışığa ihtiyacınız vardır. Banyonuzdaki aynada bedeninizi görebilmek için ışığa, gönlünüzdeki aynada hakîkati görebilmek için nûra.

Allah kimseyi nûrsuz bırakmasın...