Cuma, Kasım 11, 2011

Siyah ve Beyaz: Hayat ve Ölüm

Hayat ve ölüm; siyah ve beyaz gibi birbirinden ayrı gibi duruyor, değil mi? Halbuki bir satranç tahtası misâli siyah ve beyaz kareler yanyana: hayat ve ölüm..!

Yakınlarımızdan veya dostlarımızdan birini kaybettiğimizde ciddi anlamda üzülürüz. Hele ki kaybedilen bir aile büyüğü ise söz biter, geriye gözyaşı ve hıçkırıklar kalır. Eğer sevdiğiniz bir dostunuz, yakınınız ailesinden birini kaybetmişse diyecek söz bulamaz, sadece sıkı sıkı sarılır ve yasına ortak olmaya, gözyaşlarını omzumuzda silmeye çalışırız.

Mantık ile kalp farklı konuşur bu anlarda. Teselli edecek mantıklı birçok söz bulunabilir elbette;
- Niçin üzülüyoruz ki ölüme, herkesin öleceğini biliyoruz nasıl olsa, ha 3 sene sonra ha 5 sene önce? (Üzüldüğümüz nokta kişinin ölmesi değildir sanki; yaşayamadığımız yıllar, yiyemediğimiz yemekler, atamadığımız kahkahalardır aslında.)
- Hem, doğa kanunu bu, Allah evlat acısı göstermesin, Allah sıralı ölüm versin. (Doğru söze ne denir?)
- Zaten çok yaşlıydı. / Güzel yaşadı. / Ne güzel öldü, çekmedi. (Hastalık, yaşlılık, vs sebepler ile vefat edenler için oldukça mantıklı bir teselli aslında. Ama, Allah aşkına, "güzel öldü" de nasıl bir sözdür yahu?)
Bu tür mantıklı önermeler doğru olsalar bile, kalbi yanan biri için bir şey ifade etmeyecek, kalp ile mantık arasındaki savaşta hatra gelebilecek cümleler olarak savrulacaktır.

Doğumda ise herşey tozpembe görünür. Yepyeni bir hayat başlamıştır. Ölümün tersine, doğan kişi ağlamaktadır, çevresi ise gülmektedir. Hayat pahalılığı bitmiştir, ödenecek kira düşünülmez, faturalar bir şekilde ödenir. Aslında tam bir tezattır bu. Ölen kişi ile birçok şey yaşanmıştır. Tüm bu hayat paylaşımının ardından belki de mutlu olmak gerekir, "ne de çok şey yaşadık," diye. Halbuki yeni doğan biri ile henüz bir yaşanmışlık yoktur, gelecekte neler olacağı belli değildir. Sevinç, gelecek ile ilgili umutlardadır aslında.

Belki de ölen kişinin ardından üzüntümüz o kişi ile ilgili bir umut kalmadığındandır, zira kişi hayatta olsa da olmasa da geçmiş artık yaşanmıştır. Doğan kişi için sevinmemizin sırrı ise belki de kendisi ile ilgili umutlarımızda saklıdır

Bana tüm bunları düşündürten geçtiğimiz hafta içinde aldığım iki ayrı haber oldu. Aynı gün içinde, 2-3 saat ara ile çok sevdiğim bir yakınımın babasının kaybı ile yine çok sevdiğim bir arkadaşımın bebeğinin olduğunu öğrendim.

Aynen satranç tahtası gibi, ne hep beyaz, ne hep siyah. Birlikte, içiçe.

Bu arada, arkadaşım minik kızının ismini "Işık" koymuş. :-)

Hayat çok tuhaf..!

Perşembe, Ağustos 25, 2011

Fuat Niksarlı: Işık Taşıyan Eller

Fuat Niksarlı...

Hüseyin Avni Sözen Anadolu Lisesi'nin ilk müzik öğretmeni...

Okul marşımızın bestecisi...

Henüz yeni kurulmakta olan okulumuzda "Ama hocam.."lara aldırmayarak, gereğinde kavga ederek piyano aldıran, org aldıran, müzik odası yaptıran, koro kurup konserler veren, aramızdaki cevherleri keşfederek daha sonraki başarılarımıza yol açan öğretmenimiz...

Mezuniyetimin ve Fuat Bey'in emekliliğinin üzerinden 20 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra bir gün karşıma Facebook'ta çıktı. O kadar mutlu oldum ki. Hemen bir arkadaşlık isteği gönderdim ve duvarına birşeyler yazdım. Sağolsun o da bana güzel şeyler yazmış. Torunları, dedeleri adına bir hesap açmış, resim koymuşlar ve öğrencilerini bulmasını sağlamışlar. Ne mutlu böyle torunlara sahip dedeye.

Arkadaşlık onayımızdan bir süre sonra "nasılsınız hocam?" mealinde bir mesaj attım kendisine. Her halde sürekli girmediğinden olsa gerek, uzunca bir süre sonra bir mesaj geldi kendisinden.;

"sevgili Başar seni bu kadar ihmal edişime sakın başka anlam verme..." 
Okuduklarıma inanamadım. 20 yıldır arayıp sormadığım, neredeyse elinde büyüdüğüm diyebileceğim bir öğretmenimden bunları okumak gerçekten de heyecanlandırdı beni. Nezakete bakar mısınız? Bir süre cevap yazamadığı için üzülmüş ve farklı anlam çıkarmamdan korkmuş...

Hemen telefonunu buldum ve telefon ettim. Uzunca bir süre konuştuk. Daha doğrusu daha çok Fuat Bey konuştu, zira sesini duyduğum andan itibaren sanki bir ceviz yutmuş gibi birşey gelip takıldı boğazıma, kelimeler aklımdan uçtu, gözlerimdeki yaşlar düşmemek için kirpiklerime sarıldılar.

Yaklaşık 6 ay kadar önce gözleri ile ilgili bir problem olmuş "Sarı Nokta" hastalığı diyorlarmış. Bir gözü tamamen görme yetisini kaybetmiş, diğer gözünde ise görme azalması varmış. Tedaviye devam ediyormuş. 
"Olsun be Başar, gönül gözüm yeter bana, piyanoyu da zaten notalara bakmadan, ezbere çalıyorum," diyecek kadar hayata bağlı öğretmenim benim..! 
Tarih öğretmenimiz Gülmeral Hanım ile Fuat Bey hakkında bir projeden bahsetmiştik. Uzun uzun konuşmuş, Eylül ayı gibi hayata geçirme yollarını aramak için sözleşmiştik.

Hayatta hiçbir şeyi ertelemeyeceksiniz. "Nasıl olsa...." cümlesidir bazı şeyleri elimizden kaçırmamıza sebep. Su aktığı yolu buluyor, hayat hergün yepyeni denizlere yelken açıyor; kimisi dalgalı denizlere kimisi sakin limanlara doğru...

Fuat öğretmenim de sakin bir limana doğru demir almış. İstanbul'u terkedip İzmit, Körfez'e taşınıyormuş.
"Gözümdeki problem nedeni ile artık özel derslere gidemiyorum. Araba da kullanamıyorum. İzmit'ten güzel bir ev aldım. İstanbul'un karmaşasından kaçıyorum. Havası temiz. Hem, ne yapar İstanbul'da yalnız başına bir yaşlı adam?"
Tek başına yaşlı bir adam...

Elinizi öpmekte o kadar geç kaldık ki...

Fuat Bey, çocuk ruhundan anlayan, "sulu" olmadan da espri sahibi olunaabileceğini gösteren, öğrencilerin yakın olabildiği ama saygı sınırını da aşamadığı bir öğretmenimizdi. Öğrenciler genelde haklı veya haksız öğretmenleri hakkında olumlu veya olumsuz şeyler konuşurlar. Ben bugüne kadar Fuat Bey hakkında olumsuz konuşan birine rastlamadım.

Sevgili okul arkadaşlarım, sevgili kardeşlerim,

Aslında hiçbir şey için geç değildir.

Hayatını öğretmenliğe, öğrencilerine adamış, türünün son örneklerinden Fuat öğretmeni arayınız. Hatrını sorunuz. O kadar mutlu, o kadar mutlu olacaktır ki..

Sadece Fuat Bey'i de değil. Sevdiğiniz, unutamadığınız, sizde iz bırakan öğretmenlerinizi arayınız. Önünüzde bambaşka bir pencere açıldığını göreceksiniz. 

Ne olur.. Daha fazla geç olmadan, pişmanlıklar yaşamadan yapın.

Hemen, şimdi...

Çarşamba, Temmuz 06, 2011

Do you know Turkish?

Babam Kıbrıs doğumlu. Kıbrıs Cumhuriyeti öncesi, Kıbrıs henüz bir İngiliz toprağı iken doğduğu için İngiliz vatandaşı. Dolayısı ile benim de İngiltere uyruğum var. Bundan dolayı ben üniversiteye "ÖYS" ile değil, YÖS ile (Yabancı Öğrenci Sınavı) ile girdim.

YÖS sınavı iki bölümden oluşuyor; ne kadar Türkçe bildiğinizi ölçen bir test ve bilginizi ölçen, fizik, kimya, biyoloji, coğrafya, genel yetenek, vs.'den oluşan bir test. Türkçe testinin herhangi bir puan değeri yok ve amacı sınava giren adayın ne kadar Türkçe bildiğini ölçmek. Eğer Türkçe testinde başarısız olursanız 1 yıl boyunca TÖMER'e devam edip sertifika almanız gerekiyor. Eh, doğma büyüme Türkiye'de olduğum, Türkiye'de oturduğum, dahası esasen Türk olduğum için yaklaşık 12-13 dakikada testi cevapladım tabii ve sonuçta da tam puan aldım.

Diğer testten yaptıklarım ile Marmara Üniversitesi'nde İngilizce eğitim yapan Uluslararası İlişkiler bölümüne girdim. Gerçekten de isteyerek yazdığım ve okumaktan da büyük keyif duyduğum bir bölümdü. İlk yıl bölüm derslerimizle birlikte her üniversitede mecbur olan Türkçe ve Atatürk İlkeleri derslerini de aldım ve onlardan da güzel puanlar alarak geçtim.

Birinci sınıftan ikinci sınıfa geçtiğim yılın Eylül ayında, kayıt yenilemelerine kısa bir süre kalmışken eve bir mektup geldi. Mektup "M.Ü.Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü" gibi tumturaklı bir yerden geliyordu. Açıp okuduğumda az kalsın küçük dilimi yutuyordum;

" Yapılan sınavda Türkçe bilginizin eğitiminizi sürdürmek için yeterli olmadığı anlaşılmış olduğundan haftada 8 saat (Cumartesi 4 saat Pazar 4 saat olmak üzere) temel Türkçe eğitimi almanız uygun görülmüş olup en kısa sürede merkezimize başvurmanız....." 
Yahu, ben YÖS sınavında tam puan almışım, ilk yıl okumuşum, Türkçe ve Atatürk ilkeleri derslerinden geçmişim, dahası okumakta olduğum bölüm İngilizce, ne Türkçe dersi? Hem de haftasonları, 4'er saat...!

Kalktım "M.Ü.Türkiyat Araştırmaları Merkezi"ne gittim. Okullar henüz açılmadığından bir sekreter hanım var masada, elinde yarılanmış bir çay ve o çaya batırılmak sureti ile yenmeyi bekleyen üç-beş bisküvi. 

"Merhaba," dedim, "beni çağırmışsınız?"

"Ben mi?" dedi.

"Bilmiyorum, herhalde mektubun pulunu siz yalamışsınızdır ama, içerikte merkezin çağırdığı yazıyor," dedim.

Sekreter hanım otura otura sıkılmış olacak ki "seni hınzır şey" bakışı ile "çattık" bakışı arasında bir ifade ile sordu; "Niye çağırmışız ki?"

"Türkçem yetersizmiş, Türkçe öğretecekmişsiniz bana," dedim.

Bakış bir anda "nasıl yapmışız bu hatayı" ile ""iyi ki yapmışız bu hatayı" arasında dalgalanan "nasıl yapsak da çözsek" bakışına döndü.

"Ama siz Türçe biliyorsunuuuz? Ne de güzel öğrenmişsiniz canım..!"

Bu sefer bakma sırası bendeydi: "Tanrım! Tüm salaklar da beni mi bulur?"

"Evet," dedim "biliyorum. İsterseniz geleyim ama, Türkçe öğrenmek için gelmem biraz tuhaf kaçar. Öğrencilerle konuşayım, pratik olur."

"Ay ne iyi olur vallahi," dedi.

Hey Allahım yarabbim! Sen ne latife yaparsın! Al başına belayı!

"Peki," dedim, "gelirim ama, şu benim öğrencilik işini bir halletsek. Hayır, öğrenci statüsünde gelip pratik yaparsam bir tuhaf kaçar da. Sınava falan girmem."

O zaman sekreter hanım daktilosuna kapandı, birşeyler tıkırdadı. Bana da bisküvisinden ikram etti ve çayına batırabileceğimi belirtti. Nazik bir şekilde "bir dahaki sefere inşallah," diye savuşturdum. Sonuçta yapılan değerlendirmede Türkçe bildiğimin anlaşıldığı ve kursa gerek olmadığına dair bir rapor çıktı ve "yetkili" kişi tarafından imzalandı. (En azından imzalandığı sanılacak şekilde karalandı.) Ve ben bu saçmalıktan kurtuldum.

Merak etmişsinizdir, hoca olarak gittim mi diye?

Sanıyorum sekreter hanım halen bana bisküvilerinden ayırmaya devam ediyordur.. :-)

Salı, Temmuz 05, 2011

Baba Olmak...

Annelik kutsaldır.


Lafın gelişi olarak söylemiyorum. Gerçekten de, her ne kadar biz babaların çocuk yapmadaki rolü tartışılmaz bir gerçeklik ise de, hiç yoktan bir canlıyı var edebilme yetisine sahip olmak çok ama çok özel bir durum. Bir de üzerine hormonal olarak çocuklarına kol kanat germe içgüdüsü eklenince, edebiyatta "anne" temalı yaratımların bu derece fazla olmasına şaşmamak gerek.

Ama ben bir anne değilim, olmadım, olamayacağım da. Ben bir babayım. Kadınlar anne olmayı öğrenmiyor, hissediyorlar. Daha iyi bir anne olmak için uğraş verenler var, hiç oralı olmayanlar da. Ancak "baba" olmak içten gelen, hissedilen, hormonlar ile idare edilen bir kavram değil. Baba olmayı basbayağı öğreniyorsun.

Ben bu konuda oldukça şanslıyım. Önümde Hasan Alasya gibi bir baba örneği var. Babam, anne babası ayrılmış bir çocukluk geçirmiş. Ne yazık ki babası ile ilgili iyi düşüncelere sahip olamamış. Buna mukabil, babaannemin ikinci evliliğini yaptığı Reşat Bey o kadar düzgün ve o kadar babayani bir kişiymiş ki, babamla yarı baba-oğul yarı dayı-yeğen yarı abi-kardeş bir ilişkileri olmuş. Bizler "Reşat dede" deriz kendisine.

Niçin şanslı olduğuma gelince. Bu tür durumlar biraz tehlikelidir. Böyle zor bir çocukluk geçirmiş birinin kendi çocuklarına nasıl davranacağı bir muammadır. Benim babam, eksikliğini hissettiği şeyleri bizde tamamlama yoluna gitti. Herkesin babası çok iyidir mutlaka ama, benim babam biraz daha katmerli sanki. Kendine bir şey almaz, bize alır. Kendisi yorulur bizim için, bizi yormamak için elinden geleni yapar.

Babalık bilinen, içten gelen bir şey değil, öğrenilen birşeydir, dedim. Ne kadar şanslıyım ki harika bir öğretmenim var. Bilmeden o kadar çok şey öğrenmişim ki... Deniz'le iletişim içinde iken bazen babamla bizim aramızdaki iletişimi hatırlıyorum ve benzediğimi görmek hoşuma gidiyor. Bakalım, önümüzde uzun bir yol var. Umarım ben de babam gibi 80 yaşıma geldiğimde (6 Temmuz, babam 80 yaşında..!) Deniz de beni babamı sevdiğim kadar sevebilir, bunu başarabilirim. :-)

Perşembe, Haziran 23, 2011

19 Haziran, Hasal Talaş'taydık.


Uzun zamandır okulumuz Hüseyin Avni Sözen Anadolu Lisesi'nin Talaş Böreği gününe gitmiyorduk. Bu sene bizim kuzuyu annemlere satıp gittik. İyi ki de gitmişiz. Okulumuzu, uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımı özlediğimi hissettim. Dile kolay, tam 7 yılım geçti orada. Hem de tam hayatı tanımaya başladığım 11 - 18 yaş aralığında. Güzel günlerim de oldu, kötü günlerim de. Sevinçten dansettiğim de oldu, üzüntüden ağlayıp kızgınlıktan köpürdüğüm de. Ama şimdi arkama dönüp baktığımda güzel günleri hatırlıyorum, üzgün ve kızgın günlerimin büyükçe bir bölümünün aslında o yaşlar arasındaki çocukluk kaprislerinden kaynaklandığını görüyorum.

Resimde gördükleriniz, daha önceki bazı yazılarımda ismi geçen sevgili öğretmenlerim. Soldaki mavi pantolonlu hanım, Sevtap Aran, yani "Mrs. Aran." Hani şu her daim hanımefendiliği ve saygıya dayandırdığı disiplini ile meşhur öğretmenimiz. Sağdaki ise, biz okula girdiğimiz yıl henüz yeni bir öğretmen olan Selcan Coşkun. Kendisi de o kadar öğrenciye yakın ve tatlıdır ki, bir öğretmenimizle ciddi ciddi ders yaparken diğeri ile güle oynaya ders yapardık. Selcan Hanım'ın çok konuşan bana "Shame on you!" demesi hala kulaklarımdadır. Uzun süre ne demek istediğini anlamamıştım, anladığımda ise artık çok geçti. :-)

Güzel bir gün geçirdik eski dostlar, sevdiğimiz öğretmenlerimiz ile. Daha sık birlikte olmayı istedim. Sanıyorum önümüzdeki dönem okulum ile daha fazla ilgileneceğim -sırf nostalji olsun diye değil, yeni kardeşlerimizin 2023'e 1923 ruhu ile ulaşabilmelerini sağlamak için...

Cuma, Haziran 03, 2011

İzmir'i Kaybetmek... *

Son yıllarda İzmir, CHP’nin ve ulusalcıların kalesi gibi bir misyon üstlendi üzerine. İzmir üzerine güzellemeler yazılıyor, şehrin ne kadar cumhuriyetçi, Atatürkçü ve “ulusalcı” olduğu vurgulanıyor. Fakat acaba İzmir’i “kaybetmek” olası mı?

Bu soruyu cevaplayabilmek için öncelikle rakamlara biraz bakmak gerekiyor.

CHP’nin 2002 ve 2007 seçimlerinde sırası ile 29,06 % ve 35,46 % oy aldığını görüyoruz. AKP ise sırası ile 17,51 % ve 30,50 % oy almış.

Başa güreşen her iki parti de oy oranını arttırmış gözüküyor. Ancak bu oy arttırımını incelediğimizde birkaç farklı dinamikle karşılaşıyoruz. Öncelikle 2002 yılındaki seçimde Cem Uzan’ın GP’si İzmir’den 17,17 % gibi bir oy almış. 2007’de bu oyun 10 % puan azalarak 7,50 %’ye düştüğünü görüyoruz. Buna mukabil MHP 2002’de 7,80 % oy aldığı İzmir’den 13,88 % oy alabilmiş. Buradan rahatlıkla GP’nin eriyen oylarının her üç partiye de farklı oranlarda dağılmış olabileceğini söyleyebiliriz.

Bu aşamada gözönüne alacağımız bir başka veri de referandum sonuçları. AKP’nin 2007 seçimlerindeki oyu 30,50 % olmasına rağmen, referandumda 36,80 % oranında bir “evet” oyu çıkmış. Her AKP’linin “evet” oyu vermediği, her “evet” oyu verenin de AKP’li olduğunu söyleyemeyeceğimizi gözönünde tutsak bile, bu 36,80 %’nin büyükçe bir kısmının AKP taraftarı olduğunu da yadsıyamayız.

12 Haziran seçimlerinde AKP’nin işine yarayacak ve İzmir’de 1. parti olmasını sağlayabilecek çok önemli doneler var.

-         Her ne kadar MHP lideri Bahçeli kabul etmese de, fısıltı gazetesinde MHP’nin baraj altında kalacağına dair bir söylenti var. Bir konuşmasında T.Erdoğan da bunu özellikle dile getirdi. Türkiye çapında başarılı olacağını düşündüğüm bu propaganda, CHP’ye oy verecek önemli bir kısım seçmenin sırf MHP baraj altında kalmasın diye oylarını MHP’ye atmalarını sağlayacak ve CHP’nin oy oranını düşürecektir.
-         “Cumhuriyet Güçbirliği” ismi altında seçimlere girenler de ulusalcı ve cumhuriyetçi oy tabanına hitap etmekteler. Özellikle İzmir 2.Bölge’den aday olan Sn.Doğu Perinçek’in bahsettiğimiz konuyu etkileyebilecek adette oy alacağını düşünüyorum.

Son seçimdeki AKP 30% - CHP 35% aralığını düşünürsek, yukarıda saydığım konuları da hesaba katarsak, 13 Haziran sabahına “kaybedilmiş” bir İzmir’e uyanmamız çok da uzak bir ihtimal değil. “İzmir’i kaybetmek,” psikolojik bir kayıp olacaktır. AKP’nin oy oranı ne olursa olsun, ister açık ara 1. parti olsun, isterse CHP’nin altına düşüp 2. parti olsun, İzmir’i kazanması son derece önemli ve önümüzdeki yıllara damgasını vuracak bir gelişme olacaktır.

Özellikle İzmir’deki seçmenlerimizin hangi partiye oy vereceklerine karar verirlerken işin bir de bu yönünü düşüneceklerine şüphem yok.

* Bu yazı, Bodrum Gündem Gazetesi'nin 04.06.2011 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

Salı, Mayıs 24, 2011

Deniz Münir'in Halleri..

Ağustos 2009'da Denizcik bize "merhaba" dedi. Önceleri insan benzeri bir organizmaydı. Memesini emiyor, altını dolduruyor ve uyuyordu. Tabii insan seviyor şirinciği ama, sadece şirin olduğu için.

İlk 1 - 1,5 ay sağolsun hafta içi Elif'in annesi "Kıvırcık" bizde kaldı ve sudan çıkmış balığa dönmüş bize çok yardım etti. Gündüzleri ufaklık uyusun diye radyo açıyorlar, ninni gibi geliyor haliyle. Hafta sonları biz açıyoruz radyoyu, uyumuyor. Hafta içi radyoyla mışıl mışıl uyuyan bebekte, hafta sonu tık yok! Sonradan farkettik ki hafta içi açılan radyo TRT ve çalan müzik de uzun havalar, türküler.. 1 aylık bebeğin müzik zevki olduğunu da böylece öğrenmiş olduk!

Her şey bizim ufaklığın müzik ayırdettiğini öğrenmemizle başladı. Her geçen gün bu seçimlere yenisi eklendi Gün be gün bir insanın karakterinin nasıl oluştuğunu gözlemliyoruz. Bizimki artık yemek seçiyor, neler giymek istediğini söylüyor, annesine ve bana işten gelirken neler getirmemiz gerektiği siparişini veriyor: Süt, bal, nar, hünnap (Evet, hünnap..!) Belirli bir mizah anlayışı var örneğin. Tepki veriyor, sinirlenince bağırıyor, özledi mi sarılıp öpüyor. Anlamaya çalışıyor, anlatmaya çalışıyor. Gerçekten de, bebek sevmenin ötesinde, bir insan yavrusunun büyümesini, gelişmesini, kendi dertleri ile savaşmasını, kendisine bir sosyal çevre oluşturmasını izlemek çok eğlenceli ve harika bir şey. Bir bebeğe bakmak, yetiştirmek zor mu? Zor. Hem de çok zor. Tüm hayatınızı kökünden değiştiren bir şey. Ama bu macerayı izlemek de çok zevkli.

Yine de geri dönüşü olmayan bir yol, çocuk isteyenler her iki tarafını iyi düşünüp tartmalı, öyle çocuk yapmalı. Yoksa çocuğa da yazık olur, anne babaya da.

Tatlım benim! :-)

Cuma, Mayıs 06, 2011

Denge Üzerine...

MSN'de bir özellik var. "Durum" sekmesine birşeyler yazdığınızda arkadaşlarınız o yazınızı okuyor. Bazen nerede olduklarını, ne yaptıklarını yazıyor insanlar, bazen ruh hallerini, bazen de birilerinden özlü sözler. Listemde çok az sayıda insan olduğundan arkadaşlarımın neler yazdıklarını genelde görüyorum.

Geçenlerde bir arkadaşım şöyle bir söz yazmış:

"Hayatınızda denge sorunu varsa etrafınıza dikkatlice bakın; muhtemelen birini yanlış bir yere koymuşsunuzdur."

Gerçekten de üzerinde çokça düşünülebilecek, tartışılabilecek, iddialı bir söz.

Öncelikle hayatı bir "denge kurma oyunu" olarak görmek gerekiyor. Belki yapmak istediklerimiz ile yapabildiklerimiz arasında, belki isteklerimiz ile gerçekler arasında kurulan bir denge bu. Satranç oyunu, hayatın bir yansıması olarak düşünülür ve siyah beyaz damalı bir tahtanın üzerinde oynanır. Tıpkı hayat gibi. İyi ve kötünün, sıcak ve soğuğun, karanlık ve aydınlığın birarada varolması gibi.

TDK sözlüğünde çeşitli karşılıkları var "denge" kelimesinin;
   - Bir nesnenin veya bir insanın devrilmeden durma hali
   - (fizik) Birbirini ortadan kaldıran güçlerin sonucu olan durma hali

Özellikle ikinci anlamı çok manidar. Bir dengenin kurulabilmesi için, birbirini yoketmeye, kaldırmaya çalışan iki kuvvetin olması ve bu kuvvetlerin de birbirine denk olması gerekmekte. Peki, sözümüze dönecek olursak, eğer hayatımızda bir denge sorunu varsa, ve bu sorunun biri ile ilgili olduğunu düşünüyor isek, o zaman zaten baştan bir yanlışlık yok mudur? Terazinin bir kefesinde ben var isem, beni yokedip ortadan kaldırmaya çalışacak ve karşılığında benim ortadan kaldırmaya, yoketmeye çalışacağım biri ile bir denge oyunu kurmamın ne anlamı var?

Diyelim ki bu oyuna girişmek için haklı sebeplerimiz var. O kişi vazgeçemeyeceğimiz biri olabilir. Patronumuzdur, ailemizden biridir, vs. Bir denge oyununa girmeye mecbur bırakılmışızdır. O zaman da dengeyi kurmak için kullanacağımız mihenk noktası mı yanlıştır acaba? Bir tahtırevallideymişiz gibi düşünürsek eğer, ve iki kişi de bu tahtırevallinin iki kefesine oturacak ise, aramızdaki mihenk noktasının yeri önem kazanıyor. Hiçbir ek çaba sarfetmeden, iki kişi de değişmeden, ağırlıklarını değiştirmeden, sadece o nokta ile oynayarak bir dengeye kavuşabiliriz.

Belki de "denge" kurmayı nasıl başarmayı istediğimiz ile ilgilidir herşey. 68'li abilerimiz boşuna söylememişler, "savaşma seviş" diye.. :-)

Pazartesi, Nisan 18, 2011

İntiharın Genel Provası..

Bu Pazar (17.04.2011) Kadıköy Haldun Taner Sahnesi'nde "İntiharın Genel Provası" isimli oyuna gittik. Açıkçası oyunun isminden hareketle biraz zorlayıcı bir pyun olduğu kanaatine varmıştım. Duşan Kovaçeviç'in zeki senaryosu, Nurullah Tuncer'in incelikli yönetimi ve oyuncuların harika performansları ile harika bir oyun izledik. Oyun tam bir kara komedi. İzlemeyenler için işin tadını kaçırmayayım ama, oldukça sürprizli bir oyun akışı ve finali var.

Serhat Kılıç'ın muhteşem performansı diğer oyuncuları ve oyunu biraz gölgede bırakıyor. 4 ayrı karakteri canlandırıyor Serhat Kılıç. Her bir karakter ayrı ses tonları, ayrı hareketler, ayrı vücut yapıları ve ayrı tipler. Kendisini mutlaka takip etmeli diye düşünüyorum.

Velhasıl, mutlaka gidilmeli, görülmeli. Acele edin, sezon kapanmak üzere...

Pazartesi, Nisan 11, 2011

Efsane Gurme..

İnsanın doğuştan bazı merakları, eğilimleri oluyor.Herkesin farklı uğraşları, farklı ilgi alanları, farklı yetenekleri var. Benim meraklarımdan ve uğraşlarımdan biri de yemek yapmak. Tek başıma bile olsam kendi kendime güzel birşeyler yapar yerim. ama birşeyler yapıp arkadaşlarla, ailemle birlikte keyifli keyifli yemek de ayrı bir zevk tabii ki. Bu konuda beni çok destekleyen de var açıkçası. Yemeklerim genelde beğeniliyor. Varolan tarifleri de yapıyorum, kafama göre bir takım şeyler de.

Bu aşamada, yemek yapmakla ilgili bir takım şeyler var kafamda. Bunlar arasında bir internet mezecisi açmak, bu blogun bir kardeş blogu yaratıp yemek üzerine gitmek, vs. de var. Tam bu sırada Buzbağ'ın bir yarışma haberi geldi: "Efsane Gurmelerini Arıyor" Ben de bu yarışmaya babamnın her yiyenin parmaklarını da beraber yediği "Palamuttan Kağıt Kebabı" ile katılıyorum. Bakalım neler olacak.. :-)

Cuma, Nisan 08, 2011

Neyrdeyn Anladıynn.?

Hangi üniversiteye girdiğim açıklandı, çeşitli sevinç gösterileri yapıldı, duruma alışıldı ve kayıt zamanı geldi. Ben de gerekli evrakları öğrenmek ve başvuru formu, vs. varsa almak iç'in bölümümün olduğu Göztepe Kampüsü'ne gittim.

Bölümüm Uluslararası İlişkiler'in Göztepe Kampüsü'nde olduğunu bildiğim için, oraya buraya bakıyorum, birşeyler öğrenmeye çalışıyorum. Bu tür durumlarda hemen yanınıza birileri yanaşır, onlar da sizin gibi soruşturma içindedirler, hem sizden bilgi almak isterler hem de, siz sormasanız bile, bilgilerini sizle paylaşmaya can atarlar. Benim şansıma da Kıbrıslı bir hemşehrim düştü: Kaşif..! Fakültenin İngilizce eğitim yapan bölümleri Göztepe'de, Türkçe eğitim yapan bölümleri de Bahçelievler'de. Kaşif de Türkçe İşletme bölümüne girmiş, ama fakültenin Göztepe'de olduğunu sanarak gelmiş, araştırıyor. Ben Türkiye'de doğup büyüdüğüm ve ailemde de koyu bir Kıbrıs şivesi olmadığı için oldukça temiz bir İstanbul ağzı konuştuğumu düşünüyorum; en azından Kıbrıs şivem yok. Kaşif de o kadar tatlı konuşuyor ki, ister istemez sordum: "Sen Kıbrıslı mısın?" diye. O kadar şaşırdı ki : "U! Neyrdeyn anladıyn?" :-))  Ah be Kaşifim.. Hiç belli olmuyor..! "Ben de gıprısıyım gardaş, ondan anladım." :-)

3. sınıftayım yanılmıyorsam, bir ders arasında koridorda kahve içip arkadaşlarla sohbet ediyoruz. Kulakları çınlasın, Cent Yurdakul hocam hızlı hızlı yan sınıftan çıkmış, biryere koşturuyor. Bir anda, tak dedi durdu, bana doğru geldi; "Sen Kıbrıslı mısın?" dedi. Ben de cevap verdim: "U! Neyrden anladıgnız hocam? Belli oluyor?" :-)

Perşembe, Nisan 07, 2011

Üniversite Sınavı...

Şu günlerde çok tartışılıyor üniversite sınavı. Benim üniversite sınavım biraz daha ilginç oldu. Baba tarafından Kıbrıslı olduğum ve bundan dolayı da İngiliz uyruğunda olduğum için ÖSS + ÖYS yerine YÖS (Yabancı Öğrenci Sınavı) diye bir sınava girdim. Sınav bazıları için çok kolay bazıları için ise çok zor bir sınav. 3 bölümden oluşuyor. İlk bölüm, Türkçe bilip bilmediğinizi kontrol ettikleri ve puanınızı etkilemeyen bir Türkçe sınavı. Anadilim Türkçe olduğu için 1 saat süre verdikleri sınavı yaklaşık 10-15 dakika içinde hepsi doğru olarak yanıtladım. 2. ve 3. bölümler birarada verildi. 2. bölüm genel yetenek bölümüydü. İşte, 3 şekil verip 4.'sü nedir, diye sorular, bunun gibi çeşitli "pazar bulmacası" kıvamında sorular ve Fizik, Kimya, Matematik, vs. ders soruları. Uluslararası İlişkiler okumak isteyen biri için Fizik-Kimya gibi soruları yapmak gerçekten de zordu. Bir de üstüne genel yetenek sınavında kaybettiğim gereksiz süre eklenince sınav bitiminde sanki hiçbiryere giremeyecekmişim gibi çıktım. Her bölümde kontenjan var, bazı bölümlere yabancı öğrenci almıyorlar bile. Sınav Ankara'da idi. Ankara'dan İstanbul'a nasıl döndüğümü bilmiyorum. Ağzımı bıçak açmaz, ne yapacağımı düşünerek geçirmiştim yolu. Kesin kazanırım, gözü ile baktığım bir sınavdan kazanamama şüphesi ile ayrılmıştım.

Sonuçlar gelene kadar oldukça endişeli günler geçirdim. Neyse ki istediğim bölüme, Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'ne girdim. Hem bölümümden çok memnunum, hem bölümde edindiğim arkadaşlarımdan. Herşey olacağına varıyor, siz ne yaparsanız yapın. YÖS'e değil de ÖSS+ÖYS'ye girseydim eminim yine rahatlıkla aynı bölüme girerdim. Kader insanı bırakmıyor.